I was interviewed by journalist Çağıl Kasapoğlu for BBC World Turkey.
Casilli: Koronavirüs kitlesel gözetim ve veri toplama sistemlerini güçlendiriyor
Çağıl Kasapoğlu BBC Türkçe 12-16 minutes
Koronavirüs, Covid-19 salgınıyla mücadelede bazı ülkeler vatandaşlarının sağlık durumlarını takip edebilmek için dijital teknolojiye başvurdu.
Çin, Singapur, İsrail ve Güney Kore gibi ülkelerde bireylerin cep telefonlarına yüklenen izleme takip uygulamalarıyla koronavirüsün yayılması engellenmeye çalışıyor.
Avrupa ülkeleri de benzer yöntemleri gündemlerine almaya başladı.
Ama bu yöntemleri eleştirenler, gizlilik hakkının, bireysel veri koruma haklarının ihlali olarak görüyor.
Diğer yandan milyonlarca kişinin evlerine kurulan yazılımlarla uzaktan çalışmaya başlamaları da siber güvenlik açısından soru işaretleri doğuruyor.
İnternet gizliliği ve dijital istihdam konularında uzmanlaşan İtalyan-Fransız sosyolog Antonio Casilli, koronavirüsle değişen çalışma yöntemleri ve izleme takip sistemleriyle ilgi BBC Türkçe’nin sorularını yanıtladı.
Çin, Singapur, Güney Kore, İsrail gibi bazı ülkelerde koronavirüsün yayılmasını engellemek için bireyler cep telefonu uygulamaları veya farklı dijital araçlarla takibe alınıyor. Bu başarılı bir yöntem mi?
Hayır, kesinlikle başarılı bir yöntem değil. Ama tüm dünya genelinde uygulanan kitlesel gözetim politikalarıyla tutarlı bir yöntem. Çin, Güney Kore veya Singapur gibi ülkelerin her biri birbirinden farklı. Örneğin Çin’de koronavirüsle mücadelede başarı daha çok katı kuralların dayatıldığı karantina, sosyal mesafe ve tecrit uygulamalarıyla bağlantılı. Ve tabi enfeksiyon kapanların takibe alındığı cep telefonu uygulamaları ve sistemleri de var. Ama Çin’de bu tip gözetleme ve takip uygulamaları hali hazırda vardı.
Güney Kore’de de başarının asıl nedeni testlerin yaygın yapılması, Tayvan’dan da hükümet ve yetkililer tarafından kaliteli bilgi akışının sağlanmasından kaynaklanıyor.
Şimdi ise İtalya ve Fransa gibi ülkelerde koronavirüsle mücadelede, enfeksiyon kapanların belirlenmesi için kendi cep telefonu uygulamalarını başlatmak istiyor.
Bu tip yöntemler pandemiyle mücadelede değil, psikolojik caydırma politikalarında etkili olabilir. Dolayısıyla biyomedikal araçlardan çok disiplin sağlama açısından önemli olabilirler.
O zaman devletler, hükümetlerin kitlesel gözetleme sistemlerini uygulamak için bu tip krizlerden faydalandıklarını mı düşünüyorsunuz?
Evet, kesinlikle artık çok da gizli olmayan, kitlesel gözetim politikalarını uygulamaya çalışıyorlar. Aslında zaten bu tip yöntemler vardı. Hükümetlerin, siyasi partilerin, özel şirketlerin bu yöntemlere başvurduklarının farkına varmak için Edward Snowden veya Cambridge Analytica gibi krizleri beklememize gerek yok. Ama bu krizler hükümetler ve kuruluşlar tarafından gözetim yöntemlerini dayatmak için bir fırsat olarak görülüyor. Covid-19 salgını da bu krizlerden farklı değil.
Drone uçurmak, hayata müdahale eden cep telefonu uygulamalar dayatmak, bunlar demokrasiye tehdit oluşturuyor. Zira bu teknolojilerin üreticileri de genelde hükümetlere yakın şirketler oluyor.
Kitlesel gözetim sistemleri üreten şirketler demokratik yapılara girebilmek için başarılı lobi faaliyetleri yürüyor. Yüz tanıma teknolojileri, akıllı şehirler gibi teknolojilere karşı bazı sivil toplum kuruluşları da farkındalık yaratmaya çalışıyor.
Bunlar gizliliğin ihlali, bireysel hakların ihlali gibi görülebilir ama diğer yandan da insanlar ölüyor ve Covid-19 salgınında da bazıları çıkıp “Ben gizliliğimden ödün vermeye hazırım, yeter ki devlet beni korusun” diyebiliyor. O zaman bu nasıl dengelenebilir?
Tam da bu nedenle, ölüm korkusu nedeniyle, insanlar gizliliklerine daha çok değer vermeli, sahip çıkmalı. Gizlilik, yalnızca otoriter rejimlere karşı güçlü bir araç değil, aynı zamanda sağlığınızı da koruyan bir şey.
Tıbbi gizlilik ilkesi vardır mesela. Tıbbi sorunların, bilgilerin, hastalıkların teşhir edilmemesi hakkı vardır çünkü size karşı ayrımcılık amaçlı kullanılabilir. Şimdi ise, tıbbi gizliliğe ciddi tehditler oluştuğunu görüyoruz.
Koronavirüs kapanların teşhir edilmesi, kamuya duyurulması yalnızca tehlikeli değil aynı zamanda ayrımcılığa da neden olabilecek bir şey. Bazı durumlarda sağlık hizmetlerine erişimi engelleyebilir, bazı durumlarda da bireylerin sağlıklarıyla ilgili bilgileri paylaşmaya çekinmelerine neden olabilir. Covid-19 hastaları ayrımcılığa uğrarsa, komşuları tarafından saldırıya uğrarsa veya kamu sağlığına erişimleri engellenirse o zaman diğer hastalar da kendi durumlarının ortaya çıkmasını istemezler.
İnsanların tıbbi gizlilik hakları korunmalı ve bu bilgiler yalnızca sağlık çalışanlarıyla paylaşılmalı, herkesle değil. Bu yalnızca sizin gizliliğinizi korumakla kalmıyor, sağlığınızı, kolektif sağlığımızı da koruyor.
Ama bazı durumlarda insanlar kendilerini korumak için başkalarının verilerine de ihtiyaç duyuyor olabilir? Mesela nerede çıkmış, kimde çıkmış, böylece onlarsan sakınmak isteyebilirler?
Bu, kitlesel gözetim sistemleri üretenlerin ana argümanı. Son 10 yılda da böyle oldu. “Bunu insanlar istiyor, bilgilerinin açığa çıkarılmasından memnunlar” diyorlar. Facebook da bunu diyordu 10 yıl önce. Ama hayır. İnsanlar bilgilerinin, verilerinin açığa çıkmasından, paylaşılmasından memnun değil. Cambridge Analytica olayı da bunu gösterdi.
Bir de veri toplayıp paylaşanlar “Bu sizin kendi iyiliğiniz için” diyor. Hayır, bunu yalnızca otoriter rejimler söyler. Özellikle kitlesel gözetim araçları üretip bu yöntemle zengin olanlar söyler.
Bir de en tehlikeli bakış açılarından biri ‘koronavirüsle mücadele ile gizlilik hakkı arasında denge sağlamaya çalışmak’. Bu elmalarla, armutları, birbirleriyle hiçbir ilgileri olmayan meseleleri karşılaştırmak demek.
Koronavirüs ile gizlilik farklı şeyler. Gizlilik, temel bir özgürlük hakkıdır, dolayısıyla korunmalıdır. Herhangi bir şekilde aşağı çekilemez, çünkü temel bir haktır.
Avrupa’da bireysel verilerin korunmasına yönelik ciddi politikalar var ama şimdi Avrupa ülkeleri de Rusya ve bazı Asya ülkeleri gibi koronavirüsle mücadelede cep telefonlarından izleme yöntemlerinin kullanılıp kullanılamayacağını tartışıyor. Genel olarak tüm dünyada George Orwell’in distopyası ‘Big Brother’ (Büyük Birader) gibi bir durumla karşı karşıya kalabilir miyiz?
Daha da kötüsü ‘Big Mother’ (Büyük Anne) olacağız sonunda. Herkes Çin ve Rusya’yı ‘kötü adamlar’ olarak öne çıkarıyor. Evet, Moskova’daki yüz tanıma sistemi çok ürkütücü veya Çin’de uyguladıkları sosyal takip sistemleri korkunç ama İngiltere veya Fransa ve ABD, İsrail de aynı şekilde ‘kötü’. Çünkü bu teknolojilerin, devasa kitlesel gözetim sistemlerinin ana üreticileri bu ülkeler. Fransa, İngiltere ve ABD’de de sistematik olarak gizlilik ihlalleri yapılıyor.
‘Palantir’ (Avrupa ülkelerinin koronavirüs verileri toplamak için görüştüğü öne sürülen veri analizi şirketi) bir Rus şirketi değil, bir Amerikan şirketi. Kurucusu da büyük bir Trump destekçisi olan Peter Thiel. Bu mesele demokrasinin yozlaşması, kurumsal çıkarların hükümet işlerine girmesi meselesidir. ‘Big Brother’ olayı zaten birçok alanda kitlesel gözetim açısından var. Ama artık, büyük şirketlerin çıkar ilişkisi içerisinde hükümetlerin içine sızdığını görüyoruz.
Siz ‘dijital işgücü’ üzerine de çalışmalar yapıyorsunuz. Şimdi koronavirüs salgını nedeniyle birçokları evlerde dijital çalışma ortamına girmişken, birçokları da hala dışarıda ve bazıları da bu sisteme geçemedikleri için işlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu iş gücündeki eşitsizlikler açısında ne anlama geliyor?
Dünya nüfusunun neredeyse yarısı karantinada. ABD’de Gallup araştırma şirketinin yakın zamanda yaptığı bir ankete göre bu durumun, koronavirüse maruz kalma riski olanlarla olmayanlar arasında sınıfsal farklar var. Daha düşük gelirli işlerde çalışanların bazıları fiziksel teması daha yüksek olan işlerde çalışabiliyor.
Dolayısıyla evden de çalışmaları mümkün olmuyor. Diğer yandan orta sınıf, üst sınıf daha yüksek gelir sahibi olanlar ise uzaktan çalışma sistemine geçebiliyor. Zaten Avrupa’da, ABD’de bu kişiler daha karantina, tecrit uygulamaları başlamadan evlerine kapandı.
Tabii ki sınıfsal nedenler var, işçi sınıfları tehlikelere karşı daha az korunaklı olabiliyor veya güvenlikleri daha zayıf olabiliyor. Ama sınıf her şeyi açıklamıyor.
Bazı meslek grupları da tehlikelere daha açık. Örneğin sağlık çalışanları, doktorlar. Gelir seviyeleri yüksek olabilir ama risk altındalar.
Evet, zengin ile yoksul arasında büyük bir fark var ama mesafelerin belirlediği işler arasında da fark far. Grafik tasarımcısı, avukat gibi meslekler fazla fiziksel temas gerektirmeyen meslekler. Koronavirüs salgınıyla, fiziksel temas gerektirmeyen bu mesleklerin de daha hızlı ‘dijitalleştiğini’ gördük.
Ama bu dijitalleşmeyle oluşan Uber, Deliveroo gibi platformlarda çalışanlar ise sosyal sigortaları ve sosyal güvenceleri açısından yeterince korunmuyor. Resmi sözleşmeleri bile yok çoğu zaman. Ayrıca da fiziksel risklere karşı daha korunaksız kalıyorlar.
O zaman bu hızlı dijitalleşme kendi kurbanlarını da mı yaratmış oluyor?
Evet, teknoloji daha önce de var olan sınıfsal ve istihdamdaki bazı farklıları ortaya çıkarıyor. Bazı akımları abartma eğilimi de var. Ama bu teknolojiler toplumda ‘yanlış giden şeyleri düzeltme’ vaadiyle bizlere sunuldu. “Herkes özgürce çalışacak, herkes istediğini yapabilecek” fikirleri ortaya çıktı.
Ama sonunda bunun doğru olmadığını gördük, teknolojinin de maskesi düşüyor.
Bu evden çalışma ve dijitalleşme gelecekte çalışma tarzı anlayışımızı nasıl değiştirecek? Kalıcı bir uygulamaya dönüşür mü bu tarz istihdamlar?
Şimdi bazı şakalar yapılıyor: “CEOların, teknoloji vizyonerlerinin yıllarca beceremediği dijital dönüşümü koronavirüs yaptı” diye. Yani “insanların beceremediğini koronavirüs becerdi” diyenler var. Örneğin üniversiteler 10 yıldır dijital eğitimi deniyor ama hiçbir zaman tam olarak başarılı olamamıştı. Şimdi ise koronavirüs yüzünden tüm eğitim sektörü uzaktan eğitime geçti.
Veya, bazı başka ofis işleri, bakanlıklar bile ‘akıllı çalışma’ yöntemiyle uzaktan işlerini halletmeye başladılar.
Ama teknolojiler bize sunulduğunda, bize verilen sözler bunlar değildi. Video konferanslar, uzaktan eğitimler… Son birkaç günde ve haftada, bize sözü verilen teknolojilerin çok hızlı ve kötü bir şekilde uygulandığını gördük. Bu ani geçiş, altyapısı sağlam sistemler üzerine oturtulmadı.
Şirketler de bu uzaktan çalışma yöntemiyle çalışanlarını denetleyebilmek için bazı bilgisayar yazılımları satın almaya başladı. Bu da kitlesel gözetimin bir yöntemi. Uzaktan çalışma derken bunun bir gözetim ve takip sistemine dönüşebileceği hesaba katılmamıştı. İdeal olan da bu değil.
Evlere kurulan sistemler bireylerin siber güvenliği açısından bir tehlike oluştuyor mu? Zoom uygulaması giderek yaygınlaştı ama veri topladığı kaygıları da dile getiriliyor?
Zoom çok iyi bir örnek. Herkes kullanımı kolay etkin bir uygulama olarak görüyor ama altında yatan güvenlik ve gizlilik sorunları var.
Pazarlama argümanlarında söylediklerinin aksine şifreleme uygulamaları yok. Daha önce Zoom’un hassas bilgileri Facebook’la da çalıştığı haberleri çıkmıştı.
‘Veri yönetimi’ olarak tabir edilebilecek gizlilik kuralları çerçevesinde bireylerin verileriyle ne yapıldığı, kullanıcıların verilerinin tanımadıkları, bilmedikleri şirketlere satılmaması için, verilerini koruma hakkı için neler yaptığı önemli.
Zoom’un iş modeline bakarsanız, tamamen verileri Facebook, Google ve diğerlerine satmak üzerine inşa edilen bir model olduğunu görürsünüz.
Yalnızca iki gün önce veri politikalarıyla ilgili kullandıkları kelimeleri değiştirdiler ve satmadıklarını söylemeye başladılar.
Bu veriler yalnızca kişisel bilgileriniz değil, aynı zamanda IP adresleriniz. Herkes artık evlerinden Zoom kullandığı için bu da ev adreslerinizin, konumlarınızın ve kullandığınız cihazlara ait bilgilerinin toplanıyor olması demek.
Facebook sayfanız, iş vereniniz ile ilgili çok değerli bilgilerin yanlış kişilerin eline geçiyor olması çok feci bir durum. Genelde de hep, sistematik bir şekilde yanlış kişilerin yani big tech şirketlerinin eline geçiyor.
Zoom’un son dönemde piyasa değerinin neden arttığını da açıklayan bir durum. Kullanıcı sayıları, dolayısıyla topladıkları veriler arttı.